Miyase Sertbarut

Hiçbir şeyi kafaya takmayan biri neden yazsın?

15 Haziran 2020, İzmir 9 Eylül Gazetesi, Sinan Keskin

Miyase Sertbarut

  • Bir söyleşinizde, 'Kapiland serisi çocukluk dönemime bir vefa borcu gibi ortaya çıktı' diyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz?

Benim çocukluğum Çukurova’da geçti; tarlaların, meraların, bahçelerin içinde. Biyoteknolojinin tohumların ruhuyla oynayabileceğini düşünmediğimiz yıllardı, ne ekersen onu biçersin yılları, yani şeftali şeftaliydi, buğday buğdaydı. Dünya küreselleşme döngüsü içine girince tarım dünyası da değişti. Tohum ticareti yapanlar yurtdışından sertifikalı tohumlar getirip satmaya başlamıştı. Babam da bir gün ilçeden iki büyük torbayla köye döndü. “Öyle bir karpuz çekirdeği aldım ki, çok bereketliymiş, paraya para demeyeceğiz.” dedi. Hazırlıklar yapıldı, çekirdekler fideye dönüştürüldü, fideler tarlalara aktarıldı. Hiçbir aşamada sorun çıkmadı. Karpuzlar olgunlaşmaya başladığında babamın gerçekten de sihirli bir tohum aldığını düşünüyordum. Karpuz tüccarları kamyonlarını getirip ürünü daha tarladayken iyi paralara satın aldılar. Babam baktı ki bu çekirdek çok para kazandırıyor. O tarladan yarım pikap kasası karpuzu evin önüne yıktı. “Hadi bakalım çocuklar, karpuzları kırıp çekirdeklerini ayıklayın, seneye aynı çekirdeği ekeceğiz.” dedi. Dünyanın en güzel işi karpuz çekirdeği ayıklamak. Gülerek eğlenerek yaptık bu işi. Hem babamı da tohum tüccarına yeniden para vermekten kurtaracaktık. Babam da hırslı adam, gelecek karpuz sezonunda daha çok para kazanmak için kendi tarlamız dışında başka tarlalar da kiraladı ve ekim işi başladı. Ama bu kez hiçbir şey önceki yıl gibi değildi. Çekirdeklerin bir kısmı fideye dönüşmedi, fide olmayı başarıp tarlaya aktarılanların yarısı büyümedi, büyümeyi başaranların yarısı çiçek açamadı, çiçek açmayı başaranların yarısı meyveyi büyütemedi ve babam hayatının en büyük zararını etti. Çünkü önceki yıl aldığı tohumların ruhlarıyla oynandığını, programlı tohumlar olduğunu bilmiyordu. Meğer biyoteknoloji bizim köye kadar dadanmış. Ektiğinden gerçek tohumlar elde edemezmişsin, GDO diye bir şey varmış. İşte bu yüzden genetik konusu, bilimin kapitalizme hizmet etmesi, kâr uğruna tohumların ruhuyla oynanması, küresel pazarlar her zaman ilgimi çeker. Çocukluğumun tarlalarına, dünyanın en lezzetli meyvesi olan o eski karpuzlara hâlâ borcum var.

  • Çöp Plaza yazın yolculuğunuzda önemli bir dönemeç sanırım. Sizin için bu yolculukta kırılma anlarınız hangileridir?

Çöp Plaza’yı yazmaya bir marketin önünde karar vermiştim. Bir pet şişenin ezilme sesini duymamla birlikte. Plastik şişeyi ezen 14 yaşlarında bir çocuktu, çuvalında daha az yer kaplasın diye böyle yapıyordu. Herhangi bir caddede karşılaşabileceğimiz toplayıcı çocuklardan biriydi ama o saniye şunu düşünmeme yol açtı. Onların dünyasını anlatmalıydım; duygularını, isyanlarını, mücadelelerini, dünyadaki dengesizlikten paylarına düşeni, düşmeyeni... Konu kafamda oluşurken yazma planım hakkında yayınevi editörüyle de kısa bir sohbet etme fırsatı buldum. Ama bendeki heyecan onda yoktu, böyle bir konunun başarılı olmayacağını, çocukların empati kuramayacaklarını söyledi, kısaca vazgeç, dedi. Vazgeçmedim, çünkü editör henüz nasıl yazacağımı bilmiyordu, ben de bilmiyordum. Ama empati sağlamanın üslupla mümkün olduğuna emindim. Bir paragrafın içinde kullanacağın kısacık tek bir cümle bile okurla kitap arasındaki duvarı yıkabilir. Buna inanıyorum, çünkü okurken bana öyle oluyor. Yazar bir yığın sıkıcı şey anlatsa bile bir cümle ile beni yoldan çıkarabiliyor. Eh, biraz da editörle inatlaşmak istemiş olabilirdim. Dosyamı bir buçuk yıl sonra yollayabildim. Editör de iyi ki beni dinlememişsiniz, dedi. Şimdi en çok okunan üç kitabımdan biri haline geldi. Çöp Plaza’dan sonra uçak korkumu bile yendim, çünkü uçak düşse ve ölsem geride Çöp Plaza, capcanlı yaşamaya devam edecek.

  • Çocukluğunuzda peşinizi bırakmayan karın ağrınızın tam anlamıyla geçtiğini düşünüyor musunuz? Yazdığınız metinlere baktığımızda bu ağrı ya da kaygı başka bir şekle evrilmiş gibi.

Ağrı, elbette arayıştır; daha iyiyi, daha az kusurluyu, daha anlamlıyı arayış. Dediğiniz gibi o ağrı evrildi. Şimdilerde daha sağlam bir kitap yazabilme sancısı olarak devam ediyor. Çocuklara ve gençlere yazan biri olarak hızla değişen bu kuşağı takip etmek zorundayım. Onları anlamak, dillerini benimsemek, yeni nesil serüvenler icat etmek hem ağrılı hem heyecanlı bir süreç.

  • Neden çocuklar için yazdığınızı, “Mutlu çocuk, mutsuz çocuk, seven çocuk, nefret eden çocuk, yaramaz çocuk, uslu çocuk, korkak çocuk, kahraman çocuk... Hepsi içimde ve hepsi yazdıklarımda.” diye açıklıyorsunuz. Sizde bu çocuklardan hangisi daha baskın?

Sanırım mutsuz çocuk baskın; çünkü yazma motivasyonu mutsuzlukla başlar. Şen şakrak, gülüp eğlenen, hiçbir şeyi kafaya takmayan biri neden yazsın? Ama içimdeki mutsuz çocuk, sıra dışı macera arayışlarıyla çok farklı çocuklara dönüşüyor. Dünyaya çok farklı kimliklerle yeniden gelmişim gibi hissediyorum. Yazmak bunu sağlıyor, tabii okumanın da benzer bir işlevi var.

  • 90'lardan günümüze okur kitlenizdeki -dolayısıyla çocuklardaki- değişimi, dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal medya (özellikle youtube ve instagram) çocuklarımızı nasıl etkiliyor?

Sosyal medyayı aklı başında kullanan da var, zirzopça işler için kullanan da. Çocuklar ilgi alanları doğrultusunda internette çok fazla veriye ulaşabiliyor, bu kendini geliştirebilmek için muhteşem bir olanak. Öte yandan bütün gün Youtube’da Kore şampuan reklamları izleyen çocukla da tanışmışlığım var. İnsanlar görünür olmak istiyor, sosyal medyaya yoğun ilgi bu yüzden. Fakat bu platformlar narsistliği de tetikliyor. Çocuklarda ve gençlerde zaten özseverlik olgun yaşlara göre biraz daha fazlayken sosyal medya bunu daha da çoğaltabilir. Narsistlik empati yeteneğinin azalmasına da yol açar. Ayrıca kişilik özellikleri gelişmekte olan birey, herkesten beğeni almak uğruna doğru dürüst bir kimlik kazanamayabilir.

  • Çocuklar distopyayı nasıl algılıyorlar?

Çocukların distopyaya bakışı yetişkin okurdan çok da farklı değil. Bazı yetişkin okurlar da distopya okumayı ya da izlemeyi sevmezken, bazıları sever. Bu durum insanların kişilik özelliklerine göre farklılık gösterdiğinden bir genelleme yapamam. Şunu söyleyebilirim, distopik bir eserin alt yaş sınırı olmalıdır, 10 yaşından küçükleri sert bir distopik evrenle karşılaştırmayı ben de doğru bulmam, belki düşük doz olabilir, denemedim. Özellikle 12 yaş ve üstündekiler için distopya heyecan vericidir. Çünkü kendilerini sıra dışı bir atmosferde bulurlar. Ayrıca gelecek bilinmezliklerle dolu olduğundan birinin gelecek hakkında söyleyeceklerine kulak vermek, geleceği şimdiden yaşıyor gibi olmak da ufuk açıcı. Üstelik yarının olası kaosuna bakıp bugünü güzelleştirmek için de oldukça uyarıcı.

  • Suya sabuna dokunmayan masallardan farklı bir edebiyat anlayışınız var. Yetişkin edebiyatında eser vermeyi hiç düşünmediniz mi?

Aslında yetişkin edebiyatı alanında bir kitabım var, Piper Pa-25 (Çocukluğumun Tanrısı). Daha öncesinde yetişkinler için epeyce radyo oyunum da var, ama çocuklar için yazmaya başladığımda fark ettim ki yazarken hissettiklerim, yetişkinler için yazdığım anlardakinden hiç farklı değil. Yine bir yaratım söz konusu, yine hayal kuruyorsun, kurgu yapıyorsun, sözcüklerle oynuyorsun, empati kuruyorsun, alternatif bir dünya hayal edip içinde dolaşıyorsun. Üstelik çocuklar ve gençler için yazarken ağır abi, ağır abla pozları takınmak da gerekmiyor, daha sahici, daha samimi. Durum böyle olunca kim tutar beni dedim ve çocuklar ve gençler için yazmaya devam ettim. Ayrıca kitaplarımı yetişkinlerin de beğeniyle okuduğunu biliyorum. Pek çok arkadaşım gibi iyi kitabın, iyi edebiyatın yaşının olmadığına inananlardanım.

 

Kategoriler